İstanbul semâlarına rûhâniyet katan Süleymâniye külliyesi sayısız misallerden biridir. Külliyeyi yaptıran Kânûnî Sultan Süleyman, kul hakkından çok korkar, âdil bir halîfe olmaya gayret ederdi. Şeyhulislâm Ebussuûd Efendi’nin temele ilk taşı koyması ile başlayan inşaat tamamlanınca Kânûnî, mîmarından işçisine kadar herkesi topladı. Cenâb-ı Hakk’a hamd ettikten sonra konuşmasına başladı:
“Ey din kardeşlerim, bu câmi-i şerîf Allâh’ın izni ile tamamlanmıştır. Yanlışlıkla veya unutularak ücretini alamayan veya hakkı yenen varsa, gelsin hakkını alsın!. Olabilir ki, o kimse burada değildir. Bulunanlara ricâm ola; onlara bildireler! Onlar da gelip bizden haklarını alalar!..”
Külliyenin inşâsında çalıştırılan hayvanlar için dahî bir program yapılmış; at, merkep ve katırların dinlenme ve çayırda otlatma saatlerine dikkat edilmiş, hiçbir canlının hakkının ihlâl edilmemesine âzamî gayret gösterilmiştir. Bu mâbedin inşâsında kul ve hayvanât haklarına böylesine titizlik gösterilmesi, belki de Süleymâniye Câmii’nin esrarlı ve kâ’bına varılmaz rûhâniyetinin temel sebeplerinden birini teşkil etmiştir.
Bu muazzam külliyenin inşâsı, mîmârî dehânın zirve şahsiyeti Sinan eliyle gerçekleştirilmiştir. O derviş gönüllü mîmar, taşların yerlerine abdestsiz konulmamasına dahî dikkat etmiştir. Halk ağzındaki yaygın şu sözler, gerçeğin tam ifâdesidir:
“Süleymâniye’nin sahibi Sultan Süleyman, mîmârı Sinan, hamuru îmandır…”
Câmînin açılış merâsiminde Kânûnî, büyük bir kadirşinaslık göstererek:
“–Bu ulu mâbedi Sinan açsın! Zîrâ en çok emeği geçen odur!.” dedi.
Sinan ise, Hünkâr’a:
“–Sultanım! Hattat Karahisârî bu câmîyi hatları ile tezyîn ederken gözlerini kaybetti, âmâ oldu. Bu şerefi ona bahşedelim!..” dedi.
Ulu mâbed, üst üste yaşanan böyle fazîletlerle, taltîfen hattat Karahisârî’ye açtırıldı.
Süleymâniye Câmii’nde mîmârîye ibâdetin rûhâniyeti sinmiştir. İçerisi karanlık olmayan bir loşluktadır. Mü’mini, bir gönül heyecânı içinde derûnî bir âleme götürür. Âdeta okunmuş su gibidir. Taşı toprağı mânâ kazanmıştır. Bu mâbed, İslâm’ın en ulvî bir üslûpla maddeye aksedişidir. O, sanki susan ve sükûtu ile çok şey anlatan bir insandır.
Câminin içindeki mânevî atmosferin insan hâlet-i rûhiyesinde icrâ ettiği tesir çok bârizdir. Bu âbidevî mâbedi ziyârete gelen farklı dinlere mensup pek çok turist bile, karşılaştıkları rûhânî havanın câzibesiyle huzur ve sükûn içinde ruhlarını dinlendirmektedirler.
Ne hâlis bir infâkın bereketidir ki, bu eser yaklaşık beş asırdan beri nice zelzelere rağmen dimdik ayakta durup vatanımızın toprağını İslâm sanatının zarâfetiyle yoğurmakta, gökkubbemizi de ezan sadâlarıyla doldurmaktadır. Şüphesiz ki bu bahtiyarlık, Cenâb-ı Hakk’ın ihlâsa lutfettiği bir berekettir…